1 Aralık 2013 Pazar

Bir Varmış Bir Yokmuş



Bir varmış bir yokmuş...

Bu bir kılıç balığının değil somon balığının öyküsüymüş... Tatlı sularda başlayıp, tuzlu sularda devam eden mucizevi, esrarlı bir o kadar da zorlu bir yolculuğun...

Kilometrelerce yol katettikten sonra akıntıya karşı yüzerek doğdukları sulara geri dönen; yolculuk boyunca kirli sularla, büyük balıklarla, kuşlarla, ayılar ve diğer yabanıl hayvanlarla  mücadele eden, engel tanımayan efsanevi bir maceranın masalıymış belki de onlarınki.

Bedenlerindeki uyum yeteneği ile, yön bulma yetenekleri ile şaşırtan pembe güzel balıklar... Tatlı suda doğan bedenleri nasıl oluyor da tuzlu suda yaşamaya, sonra yeniden tatlı suda yaşamaya evriliyor, nasıl oluyor da yolculuğunu tamamlayıp evine döndüğünde tam da hayata başladığı nehir çukurunu bulabiliyor henüz geçerli  açıklamasını bulamamışız biz evrenin en güçlü hakimleri.

Ancak döndüğü yuvasında yumurtlayıp neslinin devamını sağlayan, döllenmeden sonra hayatı biten somonları umursamaz bir tavırla avlayan bizler neslini bitirme aşamasına kadar getirmeyi de iyi bilmişiz. Sonra aklımız başımıza gelmiş de ekonomik getirisi yüksek bu balığı yasalarla korumaya almış, çiftlikler kurarak yaşatmaya çaba göstermişiz.

Ve soruyorum kendime: bu denli zor bir yolculuğu göze alabilir miyim? Bu denli azimli ve kararlı olabildim mi hiç? Somon balığının öyküsü  gelip bu noktada kilitleniyor bende. Siz nerelere varırsınız bilemem. Velhasıl veremediğim cevaplar içimdedir, benimdir, bana kalandır...

Bugün yazının başlangıç cümlesini ben belirlemedim değerli okuyucu.  Son aylarda blog yazmadaki tutukluğumuz geçer mi, yazma disiplinimiz gelişir mi diye düşünen taşınanlar olmuş. #blogfırtınası demişler adına. Elimden geldiğince -kendimi zorlayarak bazen - katkıda bulunacağım. Bugünden itibaren Aralık ayı boyunca her gün yazmaya gayret edeceğim.    


Daha dün somonlu tariflere başlamıştık ya yine bir somon tarifi olması şarttı bu durumda, söz vermiştim. Yine tavada yapıyoruz somonu ama bu sefer biraz daha çeşnili. Somon dilimlerini soya sos, taze zencefil, susam yağı, deniz tuzu, limon kabuğu rendesi, azıcık bal, susam ve karabiberle marine ediyoruz en az yarım saat önceden. Bu sürenin sonunda yine yağlamadığımız yapışmaz yüzeyli bir tavaya derili kısmı alta gelecek şekilde bırakıyoruz, orta  ateşte. Üç dört dakika sonra diğer tarafını çevirip yine üç dört dakika pişiriyoruz, kurutmadan alıyoruz servis tabağına. Alacağınız muhteşem koku ile sarhoş olacaksınız, şaşırmayın.

Yanına lezzeti tamamlayan nefis bir tat daha koymayı ihmal etmeyin derim. Rendenin iri tarafından geçirdiğiniz patatesleri, gözenekli bir bezin arasına alıp sıkın iyice, suyu kalmasın patateslerin. Elinizi de çabuk tutun lütfen, kararmasına izin vermeyin. Tuz, karabiber, biraz da ince kıyım maydonoz, dereotu hepsini bir kasede karıştırın bir güzel. Tavaya azıcık sıvı yağ alıp kızdırın orta ateşte. Patatesli harçtan kaşıkla alarak ve bir yandan düzelterek mücver gibi kızartın, altın sarısı.

Biraz da yeşillik koydunuz mu tabağa, şarabınız da varsa beyazından sizden keyiflisi olmasın hani...



3 yorum:

Pembe Tatlar dedi ki...

Balığın marinası değişikmiş denemek lazım ellerine sağlık...

Zehra Gürgen dedi ki...

Kalemine sağlık arkadaşım :)

mine dedi ki...

tatlı sudan tuzlu suya nasıl bir şeymişsin sen ...
yazıyı mı tarifi mi daha çok sevdim bilemedim ellerine aklına sağlık canım güzel bir etkinlik olsun

LinkWithin

Blog Widget by LinkWithin